Pestalozzi ve Yoksulluk

Pestalozzi, hayatı boyunca birçok sorunla ilgilenmiştir: genel ekonomiyle, ziraat ve özellikle pamuk endüstrisi, politikayla, antropolojiyle, eğitim ve öğretim, bilgi kuramı, yasama, ceza infazı, kamusal ahlak, din ve daha başka şeylerle. Birçok şey onu sadece belli zamanlarda meşgul etti, fakat bir konu onu tüm hayatı boyunca hiç bir zaman terk etmedi: yoksulluk. Henüz genç yaşlarda kesin bir ifadeyle: «Yoksulların eğitimini kolaylaştıracak yolların araştırılmasını ve bu hedefe basit kurumlarla kolaylaştırılmış şekilde ulaşılacağını ifade ediyor ve hayatımın tek görevi olarak belirliyorum.» (PSW 1, 185) Ve 81 yaşında ölüm döşeğindeyken, çok üzgün bir hâlde hayatının eserinin yerle bir olduğunu hissettiğinde, yoksulların kaderini suçluyordu: «Ve benim yoksullarım, ezilmiş, küçümsenmiş ve dışlanmış yoksullar! Yoksullar, sizleri de bana yapıldığı gibi; terk edecekler ve azarlayacaklar!» (Walter Guyer, Pestalozzi – Kendime Bir Bakış, Zürih 1926, 173)

Pestalozzi, daha çocukluğunda yoksullukla tanıştı. Gerçi, sülalesi Zürih şehrinin ileri gelenleri arasındaydı fakat ekonomik olarak başarılı olamamış olan babası, 33 yaşında, genç Heinrich daha 5 yaşındayken, vefat etmişti. Sonrasında, aile yoksullukla pençeleşmiş ve ancak hizmetkârlarının fedakârlığı sayesinde ayakta kalabilmişlerdi. Zürich civarında Höngg’de papaz olan büyük babasının yanında Pestalozzi, çok daha vahim olan yoksul köylülerin sıkıntı ve sefaletini görmüştü. Orada, bir tarafta evlerinde pamuk endüstrisinin işlerini yaparken, diğer tarafta tarif edilemeyecek kadar kötü okullarda körelen, doğallıklarını ve güçlerini kaybeden çocukların yaşamlarını görmüş ve daha genç bir delikanlıyken, ileride yoksullara yardımcı olabilmek için elinden gelen her şeyi yapmaya söz vermiştir.

Müstakbel eşine yazmış olduğu mektuplarda da Pestalozzi, bir çiftçi olarak yoksullara yardım etme planlarından bahsediyordu. Ve kendisinin de bir çiftçi olarak gemisi karaya oturduğunda, çiftliğini bir darülacezeye çevirerek çok sayıda çocuğu kendi evine almıştır. Bu girişim de başarısızlıkla sonuçlandı ve Pestalozzi’nin kendisi yoksullukla boğuşmak zorunda kaldı. Gerçi yazarlık ona az çok kazanç sağlıyordu fakat bu ancak hayatta kalmasına yetiyordu. 1802 yılında Heinrich Zschokke’ye şöyle yazıyordu: «Bilmiyor muydun? Hayatımın otuz yılı boyunca, ekonomik olarak çalkantılı ve aşırı yoksulluğun beni öfkeye sürükleyecek kadar sıkıntılı hâline karşı mücadele etmek zorunda kaldım. Benim yaklaşık 30 yıl boyunca yaşamın gerekliliklerine sahip olmadığımı, bugün hâlâ ne kilise, ne cemiyete gitmek için gerekli elbiselere sahip olmadığımı ve giyinmeyi beceremediğimi bilmiyor musun? Ah, Zschokke! Sokaklarda bir dilenci gibi gezdiğim için halkın alay konusu olduğumu bilmiyor musun? Bin defa öğle saatlerinde yemek yemediğimi, fakirler bile masalarına otururlarken benim, elimdeki bir ekmek parçasını sokaklarda, öfkeyle yediğimi bilmiyor musun!» (PSB 4, 109) Pestalozzi’nin kendisinin de belirttiği gibi, bizzat yaşadığı yoksulluk onun çevresinde yaşayan diğer insanların sıkıntılarına bakış açısını keskinleştirdi. «Şimdi, kendim sefalet içerisinde, mutlu olan hiç kimsenin tanıyamayacağı şekilde halkın sefaletini öğrendim ve kaynağını daha derinlemesine tanıdım. Ben halkın çektiğini çekiyordum ve bundan dolayı halk, kendisini hiç kimseye göstermediği gibi bana gösteriyordu. Ben, uzun yıllar boyunca kuşların arasında oturan baykuş gibi (halkın) arasında oturdum. Ama beni itip bırakan insanların alaylı gülüşleri, yüksek sesle: Seni sefil! Sen, en kötü durumdaki yevmiyle çalışan ameleden bile kötü durumdasın, kendine bile yardımcı olabilecek durumda değilsin ve halka yardımcı olabileceğini mi düşünüyorsun? seslenişleri arasında – Tüm dudaklardan okuyabildiğim bu alaylı gülüşlerin gürültüsü arasında – kalbimin güçlü cereyanı, sadece ve sadece çevremdeki halkın içine batmış olduğunu gördüğüm sefalet bataklığını kurutma hedefine akmaya devam ediyordu.» (PSW 13, 184)

Yukarıdaki 1802 yılında kaleme alınmış olan mektubun alıcısı Heinrich Zschokke, ona destek çıkmak istedi ama Pestalozzi sadaka almak istemiyordu. Bunun yerine ondan, yazdıklarını, yoksullar yurdunu yeniden açabilmesi için satması konusunda yardımcı olmasını istedi. Üç yıl önce resmi makamlarca kapatılan Stans’daki yurt, Pestalozzi’nin aslında çalışabileceği bir yerdi ve – aramızda kalsın, buranın kapatılmasında Zschokke’nin bizzat ciddi bir katkısı olmuştu – Pestalozzi bunu kesinlikle sindirememişti. Gerçi bundan sonraki yaşamı onu giderek daha çok okulların düzeltilmesi ile ilgili meşgul olmaya itmiş olsa da düşüncelerinin ve yaptıklarının arka planında yoksulların dertleri daima canlı kalmıştır. Burgdorf’taki eğitim çalışmaları ona dünya genelinde saygı kazandırdığında bir mektubunda şöyle yazmıştı: «Aslında yapılması gereken şey, metodun ruhu (o dönemde eğitim öğretisini adlandırdığı şekliyle; AB) yoksulların eğitimi konusunda örnek olacak, büyük oranda mükemmelleştirilmesi gereken bir yoksullar okuludur.» (PSB 4, 176) Yverdon’da da enstitüsü giderek geliştiği ve Avrupa’nın dikkatini üzerine çektiğinde de her daim yoksulların durumunun düzeltilmesi için çabalıyordu. 1805 yılında yoksullukla ilgili anlamlı çok sayıda yazı oluştu, mesela; «Bir Yoksullar Eğitim Kurumunun Amacı ve Planlaması». Ve 1807 yılında, şöhretinin doruk noktasında, bir çalışanına kurumla ilgili şöyle yazmaktadır: «Benim burada sahip olduğum şey, istediğim şey değil! Ben bir yoksullar yurdu arıyordum ve onu hala arıyorum. Ve kalbim beni sadece o yöne yönlendiriyor.» (PSB 5, 250) 1818’de Cotta Yayınevi aracılığıyla toplanan eserlerini yayınlama imkânını gördüğünde, daha eline bir Frank geçmeden, beklenen gelirden 35.000 Frank’ı darülaceze için hibe etti. Daha aynı yıl Yverdon yakınlarındaki Clindy’de bir darülaceze ve yoksullar okulu kurdu. Bir arkadaşına şöyle yazıyordu: «Eserim kurtuldu. Tanrı onu kurtardı. Şimdiki yaşamımın her saatini nimete dönüştüren darülacezem içerisinde güç ve güven içerisinde büyüyor. Mutluyum, öncesindeki mutsuzluğum kadar, mutluyum şimdi. Bazı anlarda, dünyadaki en mutlu insan olduğumu düşünüyorum.» (PSB 11, 311) 1826 yılında hayatını değerlendirirken şöyle yazıyordu: «Hayır, Burgdorf’taki kaos ortamından çıkan ve Yverdon’da isimsiz bir formalitesizliğe dönüşen kurumum, hayatımın anlamı değildi.» (PSB 28, 251) Ve 79 yaşındaki bir ihtiyar olarak, kendisinden sonra kurumun yöneticisinin kim olacağı konusunda öğretmenler arasında yaşanan tartışmalar sonucunda enstitüsünü terk etmek zorunda kaldığında, çalışanı Joseph Schmid ile beraber endüstri bazında bir darulaceze kurmak için Neuhof’a yerleşerek, 45 yıl önce dağılan girişimi yeniden inşa etmeye çalışmıştır.

Kısaca Pestalozzi’nin zamanında yoksulluğun neden bu kadar yaygın bir fenomen olduğunu hatırlayalım. Tabii ki insanı yoksulluğa itenler arasında yeteneksizlik, tembellik ve karakter zafiyet gibi şahsi sebepler de vardır. Aynı zamanda kaderin oyunları da insanı sefalete sürükleyebilir. Pestalozzi’nin zamanında hastalık, yangın kazaları, aile geçimini sağlayan kişinin vefatı gibi durumlarda devreye girecek sigortalar olmadığını dikkate almak lazım. Bu durumlardan biriyle karşılaşan, genellikle sefaletin pençesine düşüyordu. Yaygın olan yoksulluğun en önemli sebepleri ise ticari kaynaklıydı. İlk önce dikkat edilmesi gereken bir husus, yüzyıllardır devlet tarafından çiftçilerden alınan vergi ve kesintilerin giderek artması arazilerden elde edilen kazancın tükenmesine neden oluyordu. Vergi yasası kısmen öyle mantıksızdı ki bir çiftçinin arazisini nadasa bırakması ekip biçmekten daha kârlıydı. Asırlardan beri alınan vergilerden biri «aşar» vergisiydi. Daha öncesi doğal vergi olarak (büyükbaş, tahıl, meyve) mahsulün yüzde onu olarak alınan vergi, daha sonra keyfi olarak yükseltildi. Zürich civarında, kendilerinden başka herkesin tamamıyla yokluk içerisinde olmasına rağmen, halkının gözle görülebilen bir refah seviyesi içerisinde yaşadığı iki köy vardı. Bunun tek sebebi ise bu iki köyün sakinlerinin geçmişten sahip oldukları bir imtiyaz hakkı ile aşardan muaf tutulmalarıydı. Aşar vergisinin yıkıcı etkisi böylece gözler önündeydi. Bu nedenle Pestalozzi’nin devrim sonrası, aşarın kaldırılması için uğraşması şaşırtıcı değildir. Bu vergi sorunun tarihsel, yasal ve ekonomik boyutlarını, en ince ayrıntısına kadar ortaya koyan, iki detaylı araştırma yazısı kaleme almıştır.

Bunun dışında, nüfusun artması ile birlikte gittikçe tarımsal arazilerin azalması da düşündürücüydü. Çiftçilerin çocukları başka gelir kaynakları aramak zorundaydılar ve böylece bunu o zamanlar gelişmekte olan tekstil endüstrisinde buluyorlardı. Topraksız kalan çiftçiler fabrika işçilerine dönüştüler. Fakat endüstriyel üretim, genel anlamda geçerli bir refaha yol açmıyordu çünkü el işi yapan zanaatkârlar ve esnafların durumu gittikçe kötüleşiyor, işsiz kalan çiftçiler sömürülüyorlardı.

Gerçi 18. yüzyılın yarısında, İsviçre’nin köylerinde endüstri işleri dolayıyla oldukça yoğun bir para akışı söz konusuydu fakat Pestalozzi, yoksulluğa alışmış insanların buna uyum sağlayamadıklarını ve böylece sadece para sahibi insanları yoksulluğa iterek, enflasyonu yükselten eğilimleri desteklediklerini tespit etmek zorunda kaldı. Başka bir deyişle, göreceli servet, gelir getiren mülkte kök salmadığından ve sadece finans sermayesi olarak durduğundan, parasal sistemi periyodik olarak sarsan ve irrasyonel çalkantılara ve yıkımlara maruz kalmıştı.

Şimdi Pestalozzi’nin anladığı şekilde yoksulluğun niteliğine bakalım. Yüzeysel olarak yoksulluk, sadece ekonomik bir durum olarak tanımlanabilir: temel ihtiyaçların sağlanması ve farklı ihtiyaçlar için lazım olan sermayenin eksikliği. Buna çare bulmak da aynı şekilde sadece ekonomik tedbirlerdir. Pestalozzi, bu arada yoksulluğu artık çok daha farklı değerlendirmektedir. Başta, kendi halinde kabul edilebilecek derecede, bizim günümüzde «mütevazı koşullar» diyeceğimiz yoksulluğu, açlık çekilen, donma tehlikesiyle karşı karşıya, hastalıkta yardım ve bakım alınamayan ve zor şartlara tamamıyla teslim olunmuş yoksullukla birbirinden ayırmakta. Bu derecedeki fakirliği Pestalozzi «sefalet» olarak adlandırmaktadır. Bu ayrım şundan dolayı önem teşkil etmektedir:

Pestalozzi’nin, yoksulluğun ilk halini yani «mütevazı yaşam koşullarını» aslında olumsuz değil aksine olumlu değerlendirdiğini söyleyebiliriz. Yoksulluğun pozitif değerlendirilmesi, Pestalozzi’nin hayatımızın anlamının hep daha fazlasına sahip olmayı istemek olamayacağı düşüncesinde yatmaktadır. Eğer temel ihtiyaçlar karşılanmışsa, insan hayatın getirdiği genel sorumluluklarına yönelebilir: İnsan oluşundan kaynaklanan kendi ahlaki gelişimi ve toplumsal görevler. Ayrıca bu mütevazı koşullar altındaki yaşam aslında olumludur çünkü bireyi güçlerini kullanması ve çabalayarak geliştirmesi için zorlamaktadır. Bu aşamada yoksulluk, Pestalozzi için gerçekten bir şans niteliğindedir ve onun düşüncesine göre bu şansı kaldırmaktan daha çok istenilen bir hedef yoktur. Daha önemli olan onu faydalı kılmaktır. Bundan dolayı yoksulların eğitimi Pestalozzi için «yoksulluktan refaha geçiş için» eğitim değil, aksine «yoksulluğun eğitimi»dir.

Böylece birçok anlam yüklendiği gibi yanlış da anlaşılmış olan «Yoksul, yoksulluğa yetiştirilmelidir» şeklindeki ünlü cümlesini yazmıştır. (PSW 1, 143)

Fakat anlaşılmaktadır ki genel anlamda büyüyüp gelişen insanın kendisini gerçekleştirmesi için güçlerini geliştirmesi lazımdır.

Bunun dışında bu düşüncede tabii ki bir parça realizm de söz konusudur. Pestalozzi, dilenirken ve sokakta yaşarken yanına aldığı çocukların bir gün sokağa, yoksul hayat koşullarına yeniden döneceklerini ve bundan dolayı onları yurtta istirahat ettirerek, refah içerisinde hoş tutarak yardım edilemeyeceğini biliyordu.

Pestalozzi özellikle; başlı başına yoksulluğun insanı faziletli kılmadığını, tam tersine içerisinde ahlaksızlığa yönelten çeşitli tahrik edici unsurların ve içsel ihmallerin bulunduğunun altını çizerek tekrar tekrar belirtmiştir. Yoksulluk genellikle bir imkândır ama başlı başına bir değer değildir. Ancak ahlaki bir eğitmenin iradesiyle yönlendirildiğinde değerli olur. Bu esnada yoksulluk sefalet durumuna geçmişse yani insan kir ve açlık içerisinde yaşıyorsa, bu yaşam koşulunun da artık insanlığını geliştirmenin imkânı olmaktan çıkar.

Pestalozzi, bunu açıkça net sözlerle ifade eder: «Sefalet bataklığında insan, insan olamaz!» (PSW 3, 223) Bundan dolayı sefaleti doğrudan ekonomik yardımlarla bertaraf etmek, siyasetin ve devletin meselesidir. Çünkü sefalet içerisinde olan, artık kendi kendisine yardımcı olamayacak kadar derine batmıştır. Pestalozzi’nin yoksulların yoksulluğa eğitimini hangi gerekçelerle sağlamak istediğini kendi kendimize sorarsak; öncelikle çocuğun yoksul ama temiz ve düzenli yaşam koşullarına alıştırılması, tasarruflu olmak, dikkatli davranış ve düzenli çalışarak, günlük aşını kazanmak için kendi ayakları üzerinde durabilecek şekilde ustalaşmasının olmazsa olmaz olduğu öğretilmelidir. Tarıma dayalı yaşam tarzının kısmen veya tamamen bitmiş olduğunu ve insanın bundan dolayı prensip olarak yeni üretim biçimlerini kabul etmesi ve onlarla yaşamayı öğrenmesi gerektiğini de kabul ediyordu.

Özellikle topraksız yoksul insanlar, artık gelirlerini çiftçilikle kazanabileceğini hesaba katamazlardı. Onun alın yazısı fabrika işiydi ve olsa olsa küçük bir tarlada, kendisi ve ailesi için gıda üretebilirdi. Pestalozzi, bundan dolayı Neuhof’taki yoksullar yurdunun bir kısmında çocukların örgü ve dokuma işlerini öğrendiği küçük bir fabrika, diğer tarafta bir ziraat işletmesinde küçüklükten çiftçiliği ve ziraat işletmeciliğini, küçük bir tarlayı yoğun olarak ekip biçerek öğrenebilecekleri ziraat işletmesini kurdu.

Daha sonraki yoksul eğitimi planlarının hepsinde de pratik işler merkezi bir rol oynamıştır. Pratikte buna «çocuk işçiliği» deniyordu. Pestalozzi’nin zamanında bu durum olağandı ve henüz belirli bir yaşa ulaşmadıkları – mesela 15 – için, çalışabilecek çocukları ev işlerinden veya işletmelerden uzak tutmak, onun aklına bile gelmezdi.

Onun tecrübelerine göre çocukları bozan şey iş değil avarelikti. Bu konuda belirleyici olan çocukların hangi nedenler dolaysıyla çalıştırılmasıydı: onlara çalışabilmeyi ve insan olmayı öğretmek için mi yoksa onları ucuz işgücü olarak kullanıp zenginleşmek için mi? Genç bir insanın böyle kınanması gereken bir istismara maruz kalmasına, Pestalozzi şiddetle karşı çıkıyor: «Hayır, sefillerin kaybedenlerin, bedbahtların evladı, sadece hali vakti yerinde bir vatandaşı kalkındırmaya yarayan bir dişlinin çarkını çevirmek için dünyaya gelmedi. Hayır! Hayır! O bunun için burada değil! İnsanlığın istismarı – Yüreğim nasıl öfkeleniyor! Fakat son nefesimde dahi, her insanın şahsında kardeşimi göreyim ve sevginin sıcak hissiyatı zayıflamasın, kötülüğü ve değersizliği tecrübe etmeyeyim.» (PSW 1, 159)

Yani mesleki eğitim ve çalışarak öğrenmek ön plandaydı. Fakat Pestalozzi, hiç bir zaman yoksulluğu sadece ekonomik bir yetersizlik belirtisi olarak görmediğinden ve çocukları sadece zahmetsiz toplumsal işleyişe sürüklemek istemediğinden, bu seviyede kalmak ve yetinmek istemiyordu. Çalışma eğitimi insanlık eğitiminin tamamında daha yaygın hâle getirilmeliydi. Sadece el değil, kafa ve kalp de eğitilmeliydi. Pestalozzi, bundan dolayı dilenci çocuklara akıllarını da kullanmalarını öğretiyordu. Onlara düşünmeyi, okumayı, yazmayı, matematiği öğretiyor ve onları dünyayı tanımayı ve anlamayı öğrenmeleri yönünde teşvik ediyordu. Daha genç yaşlarında Pestalozzi, üretici iş ile okul eğitimini birleştirmeyi denemişti: Çocuklar, ip eğirme ve dokuma işlerinde o denli iyi olmalıydılar ki bu işleri otomatik olarak yaparken, aynı zamanda öğretmene kulak verebilmeli, matematik soruları çözebilmeli ve konuşmalarını geliştirebilmeliydiler. Daha sonraları Pestalozzi bu fikirlerinden vazgeçti ve çalışmayı, ders ve okul eğitiminden zamansal olarak da ayırdı.

Fakat kalbin eğitimi her şeyin üzerindeydi, ahlaki-dini eğitim. Pestalozzi, bunun sözel öğretiyle erişilebilir olmadığından emindi. Böylece «Lienhard ve Gertrud”»da şunu yazmıştır: «Yoksula: ‘Sen eğer onun için bir insan değilsen, ona, bir tanrı var demen ve yoksula ve yetime, senin gökte bir baban var demen de boşunadır. Sadece, karşındaki yoksulun bir insan gibi yaşayabilmesini sağlayabilirsen, yetimi babası varmış gibi eğitirsen, ona gökte bir tanrıyı ve babayı göstermiş olursun.» (PSW 4, 426) Şunu vurgulamak Pestalozzi’yi asla bıktırmıyordu: Bir insanın kalbi ancak başka bir insanın kalbiyle yönlendirilebilir ve kalbe ait sevgi şefkatle yapılan işlerde açığa çıkar. Ahlaki eğilimin gerçekleşebilmesinin kilit noktası, çocukların, yoksul eğitimcisinin sevgisine, onun davranışlarında tanık olmalarıdır. Çocuklar, kendilerine uygulanan tüm çaba gerektiren şeyleri ve kısıtlamaları, eğitimcinin kendileriyle kurduğu sevgi ilişkisi bağlamında tanımalıydılar.

Yoksul eğitiminin, eğitimin özel bir bölümü olmadığı, genel anlamda insani eğitimle özdeş olduğu böylece kendisini daha belirgin olarak göstermektedir. Pestalozzi, başta yoksul eğilimi için doğru yöntemi aramıştı ama yoksulun da insani yönüne önem verdiğinden ve onu yetiştirmek istediğinden, genel manada insan için uygun olan eğitim çözümünü uygun buldu. 1806 yılında, eğitim denemeleri üzerine şöyle yazacaktı: «Onların, aldıkları ilk sonuçları, ülkedeki yoksullara yardım etmek ve el uzatmak istediğimden, acıma hissinden filizleniyordu fakat onlar bu sınıfa ait özel ihtiyaçların dar çerçevesinde kalmadılar. Ben, insan doğasının niteliğinden, yoksullara yardım eli uzatmak için gerekli araçları ortaya çıkarıp geliştirmeye çalışmam, kısa zamanda sonuca ulaştı ve bana, mevkii ve koşulları ne olursa olsun, yoksul ve sefil insanların gerçek anlamda eğitimli olarak görülmeleri için, genelinde eğitici özelliği olan nelerin gerekli olduğunu bu sonuçlar bana ispatladı. Kısa bir süre sonra yoksulluk ve zenginliğin, insanı nitelik olarak değiştirebilen eğitimine, herhangi bir etkisi olmadığını gördüm, daha doğrusu aksine ebediyen aynı ve değişmez olan insan doğasını, tesadüfi ve dışa dönük olan her şekilde gerekli, bağımsız ve ayrı ele alınması gerektiğini anladım. Bu en son şey konusunda iyi bir eğitime sahip olan insanın, kendisi nasıl olursa olsun, dışa yönelik durumunun tesadüfi olan kısmını yönlendirip yönetebildiğini, düşünen insanın bununla eşit düzeyde geliştirdiği güçleri sadece kendi içindeki gücü ve onun kullanımını güçlendirmek için ihtiyaç duyduğu ve kullandığı güçlere ve bu dışa yönelik olgulara sınır çizilse bile, bunları aşarak, yoksulluk içerisinde ve acı çekerek de olsa, sanki daimi bir mutluluk ve refah içerisinde olacağı kadar tatminkâr olarak yaşayabileceğinden kesinlikle emindim.» (PSW 19, 29)

Bununla yoksulluk kavramıyla alakalı olarak yeni bir evreye rastlıyorduk. Finansal olanaklardan yoksun olan sadece dışta yoksuldur ama kendi yoksulluğu ve bunun içinde insan olarak kendi güçleriyle uyumlu olarak eğitimliyse, kendi içinde zengindir. Ve sonuç olarak her şey bu iç zenginliğine bağlıdır. Ve Pestalozzi – hiç şaşılmayacak şekilde – tekrar tekrar; maddi yoksulluğun sefalet değil, prensip olarak maddi zenginliğe göre iç zenginliğin gelişmesi için daha iyi bir ön koşul oluşturduğunu tespit ediyor. Bundan dolayı yoksulları eğitirken, onları maddi yoksulluktan maddi refaha ulaştırmayı değil, aksine dış yoksulluğu, yoksullardaki iç zenginliğini geliştirmek için kullanmak istiyor.