Stans ve Stans Mektubu

1798-1799

Stans, Pestalozzi efsanesinin çıktığı ilk yer sayılır. Özellikle Grob ve Anker’in yağlı boya tabloları bunu açıkça gösterirler. Kimsesizler babası olarak Pestalozzi’nin çevresinde ona yönelmiş olan çocuklar ve her şeyi aydınlatan sıcak güneş ışığı. Ancak Pestalozzi’nin Stans’da geçirmiş olduğu birkaç ay hakikatte çok daha farklıydı.

Mart 1798 yılında, fransız ordu birliklerinin İsviçre’ye girişiyle Federal İsviçre Devleti tamamen çökmüştür. Böylece, Pestalozzi’nin yeni hükumetin ona halk eğitim planlarını gerçekleştirebilmek için görev vermesine yönelik umutları yeniden canlanmıştır. Mayıs ayında, halka yönelik eğitiminin ve eğitimin iyileştirilmesine yönelik hizmetlerini devlete yazılı olarak sunmuştur. Helvetik Cumhuriyetinin beş kişilik yönetimi olan Direktorium, bir enstitünün kurulması için büyük bir meblağı onaylamıştır. Ancak uygun bir yer bulunamadığından bu kurumun açılması ertelenmiştir.

Devam eden aylarda, iç politikadaki gerginlikler artmıştır. Fransa, çok sayıda küçük ve otonom Kanton devletlerinin ve yönetim eyaletlerinden oluşan eski İsviçre Devletinin yapısını değiştirmiş, onları birleştirerek bir devlet kurmuş ve sınırları kısmen keyfi biçimde belirlemiş ve bağımsız kantonların vatandaşlarının yeni anayasaya yemin ederek bağlanmalarını buyurmuştur. Katolik orta İsviçre vatandaşları, fransızların getirdiği yeni düzeni, mensup oldukları Roma-Katolik inancına yönelik bir tehdit olarak gördükleri için bu öneriye karşı çıktılar. Helvetik hükumeti, küçük Nibwalden Kantonu hariç, diğerlerini itaat altına aldıklarından, Fransa ordu birliklerinin işgaliyle tehdit ediyordu. Fransızlar, direnişini kırmak için Kanton topraklarını işgal ettiler, talan edip yağmaladılar, köyleri ve merkez olan Stans’ı ateşe verdiler.

Pestalozzi, daha önce «Helvetik Halk Gazetesi» yayımcısı olarak, fransızların ülkeyi işgalini alenen onaylamıştı. Çünkü devletin birliğini tehlikede görüyordu. Elbette kan akacağını ve amaçsız bir yıkımı hesaplamamıştı. Aksine, ordu birliklerinin, vatandaşları ülkenin çıkarlarına yönelik hareket etmeye sevk edeceğini düşünüyordu. Bundan dolayı hükumetin Stans’da bir yetimhane kurulması kararını ve yönetime kendisinin getirilişini telafi olarak hissetmiş olmalı. Fakat bununla, kendisine olağanüstü zor bir görev yüklenmişti çünkü halk onu, Helvetik Cumhuriyeti’nin bir temsilcisi ve üstelik bir Protestan olarak, düşman gibi görüyordu. Sadece Yenilikçilerin tarafında duran Stans’daki Katolik kilisesi papazı Businger’in desteğini umabilirdi. Kurum, 14 Ocak 1799 günü açıldı ve sadece 6 hafta sonra Pestalozzi ve bir hizmetçi kız tarafından bakımı görülen 80’nin üzerinde çocuk buraya gelmişti. Pestalozzi, yıllardır biriktirmiş olduğu tüm gücüyle kendisini eğitim görevine adadı. Son yirmi yıldır geliştirmiş olduğu pedagojik fikirlerini pratiğe geçirmek konusunda kararlıydı. Hallwil kalesinde, kontes Franziska Romana’nın yanında olan eşi Anna’ya çoşku dolu bir mektup yazarak:

«Bundan böyle benim ve sizin kaderinizin ne olacağı sorusu artık çok uzun bir süre şüpheli olmayacaktır. Zamanın en büyük fikirlerinden birisini gerçekleştiriyorum. Eğer, kötü bilinen ve aşağılayıcı ve saygısızca hareketlere maruz kalmayı hak etmiş bir kocan varsa, o zaman bizim için kurtuluş yok! Fakat şu ana kadar yanlış değerlendirilmiş isem ve artık hak etmiş olduğuma ulaşabileceksem, yakında yardım ve tavsiyelerime sahip olursun.» (PSB 4, 18)

Pestalozzi, Stans’da o zamana kadar devam ede gelen fikirleri uygulamak yerine, çalışmalarının hayatın içinden tecrübelerle biçimlenmesini ister. Çabalarının merkezinde çocukların ortak yaşantı ve günlük hayatın gereksinimleri için verecekleri mücadele çerçevesindeki ahlaki eğitimleri vardı. Bunun için ahlak eğitiminin geliştirilmesinde üç aşamalı bir yol tasavvur ediyordu. Temeli, en önemli ihtiyaçlarının karşılanarak, bir ahlaki düşünce yapısının oluşturulmasıydı. Bu duygusal zeminin inşasında iyi olanı yapmak deneyimlenerek çocuklarda alışkanlığa dönüşmelidir. Ancak üçüncü aşamada onların ahlakilik üzerine konuşmalarına izin veriyor ve böylece onlarda ahlaklı bir hayatın rasyonel terminolojisini yerleştirmeyi amaçlıyordu. Pestalozzi’nin, ahlakın geliştirilmesine yönelik geliştirdiği bu üç aşamalı yolda, rasyonel bakış açısında; hissetme (kalp), uygulama (el) ve düşünme (kafa) üçlüsünün birbiriyle bağlantılı olması konusundaki gayreti ve amacı akılcı bakış açısında etik davranış – aslında aydınlanmış düşünceye uygun olacağı gibi – birincil değil, önemli olan duygusal temelde kök salmalarıdır. Ancak günlük yaşamdaki uygulamalar günümüz algı ve uygulamalarından oldukça farklıdır: ders saatleri sabahları 6 ile 8 ve akşamları 4 ile 8 arasında yapılıyordu. Günün kalan kısmı, iş ve zanaat eğitimi ile dolduruyordu. Uygulamalı çalışmaları temel bilgilerin eğitimi ile birleştirme amacını, böylesine kapsamlı bir organizasyon için gerekli olan zamanı pek bulamamasından, sadece kısıtlı ölçüde uygulayabiliyordu.

İsviçre'de savaşın getirdiklerinden biri de Stans’da Pestalozzi’ye ait kurumun yerleştirildiği, eski kadınlar manastırı binasının ordu birliklerine, askeri hastane olarak kullanıma sunulmuş olmasıydı. Açıkçası o zamanın Luzern hükumet komiseri, meşhur Heinrich Zschokke, kendi etki alanı dâhilinde olan darülacezeyi istememekteydi. Pestalozzi’ye yönelik eleştiriler o kadar ilerlemiştir ki onun çalışmaları artık yeni hükumetin propagandası olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle tahmin edilebileceği gibi, askeri hastaneye olan ihtiyaç ona, Pestalozzi’nin Stans’daki etkisini bitirmek için hiç de olumsuz görünmemiştir. Çocukların çoğunun bakımı akrabalarına verilmiş, sadece 22 tanesi, daha önce bahsi geçmiş bulunan, zamanında Pestalozzi’ye mesafeli durmuş olan papaz Businger’in himayesine verilmiştir. Pestalozzi, 9 Haziran 1799’da Stans’i terk eder. Fiziksel olarak yorgun düşmüş ve büyük umutlarla başlamış olduğu uygulamalı pedagojik çalışma denemesinin aniden kesilmesi sebebiyle, psikolojik sorunlar yaşamaktadır.

Yukarı Bern bölgesindeki Gurnigelbad (ılıca ve kaplıcası bulunan) köyünde bir kaç hafta istirahat etme teklifini, severek kabul eder. Orada tecrübe ve düşüncelerini, «Stans’da geçirdiğim zaman hakkında bir arkadaşa mektup» adıyla yazıya döker.

«Stans Mektubu», Pestalozzi’nin tekrar tekrar basılan, yorumlanan ve alıntılar yapılan pedagoji alanında en anlamlı yazılardandır.

Not: Stans Mektubu’nun orijinali günümüzde mevcut değildir. Bu mektup, Zürich’te kitapçı olan ve «Gertrud Çocukları Nasıl Eğitir?» adlı eseri oluşturan 14 mektubunda alıcısı olan Heinrich Gessner’e veya pedagojik konulara ilgi duyan ve Helvetik hükumeti bakanlık sekreteri olan J. R. Fischer’in tanıştırmış olduğu ve Pestalozzi’den çok etkilenen Gurnigelbad kaplıcasının işletmecisi Zehender’e gönderilmiş olabilir.

Stans Mektubu, Niederer’in açıklamaları ile 1807’de Pestalozzi’nin Burgdorf’taki girişimini geride bırakan ve Yverdon’da enstitünün yöneticisi olarak Avrupa çapında üne kavuştuktan sonra, «Haftalık Eğitim Dergisi» adlı mecmuanın ilk sayısında yayınlanmıştır. Bu mektup, Cotta Yayıncılığının 1822’de ki 9. bandında, Niederer’in açıklamaları olmadan yayınlanmıştır. Bunun ardından da «Pestalozzi’nin Eleştirel Toplu Eserleri'nde de bu mektup (PSW 13, 1-32) yayınlanmıştır. Burada biraz Stans Mektubuna yer verelim. Bu mektubun ana başlıkları şöyledir:

  • Başlangıçtaki zorluklar üzerine
  • Çocukların durumu,
  • Helvetik Cumhuriyeti Temsilcisi olarak Pestalozzi’ye yönelik kısıtlamaları
  • Ve bir devrimci/ reformist olarak katolik bir bölgede bulunmak.

«Gerekli olan para da dâhil olmak üzere her şeyimiz eksikti. Ne mutfak, ne odalar, ne yataklar onların yerleşebilmesi için gerekli hazırlıklar tamamlanmadan, çocukların sayısı artıyordu. Bu, işi daha başından inanılmaz karmaşık hale getiriyordu. İlk haftalarda 24 ayakkabının sığamayacağı bir odaya kapandım. Atmosfer sağlıksızdı. Buna havaların kötüleşmesi ve tüm koridorların duvarlarındaki rutubetin de eklenmesiyle, kötü bir başlangıç tamamlanmış oldu. Başlangıçta yatak eksikliği nedeniyle gariban çocukları bazen eve göndermek zorunda kaldım. Sabahları, hepsi bitli bir şekilde geri geliyorlardı. Yurda ilk geldiklerinde bu çocukların, büyük çoğunluğunun üzerlerinde, insan tabiatından uzaklaştırılmış olmanın tüm neticeleri görülebiliyordu. Bazıları neredeyse yürümelerine engel olacak kadar derinlere kök salmış nasırlarla geliyorlardı. Bazıları kafası yarılmış, vücutlarında cirit atan bitlerle, kaburgaları görünecek kadar zayıflamış, kimisi sarı, sırıtarak, korku dolu gözler, alınlarında güvensizliğin ve endişenin kırışıklığı ile bazıları gözü pek bir edepsizlikle, dilenerek, riyakârlık ederek, tüm yanlışlıklara alışmış olarak, diğerleri sefaletten ezilmiş, sabırlı ama şüpheyle, sevgisiz ve korku dolu geliyorlardı. İçlerinden bazıları, daha önce iyi hayat koşulları altında yaşadıklarından dolayı, hassas ve talepkâr oluyor, birbirlerini tutuyor, dilenci ve yoksul çocukları küçümsüyorlardı. Bunlar, yeni eşitlik durumundan hiç memnun değillerdi ve yoksulların ihtiyaçlarının karşılanması, onların önceleri sahip oldukları keyif verici şeylerle uyuşmuyor ve isteklerini karşılamıyordu. Tembellik, ruhsal ve fiziksel gelişim ve beceriler konusundaki eksiklik geneli kapsıyordu. On tane çocuğun içinden, bir tanesinin bile okuma-yazma bilmesi nadir bir durumdu. Genel okul dersleri ve temel eğitim araçlarını zaten bilmiyorlardı. [...] Ülke zor bir dönem geçiriyor, ateş ve kılıçla savaşın tüm korkunçluğunu tecrübe ediyordu. Halkın çoğunluğu yeni anayasanın büyük bir kısmından tiksiniyordu. Hükumete karşı öfkeliydi ve onların yardımını bile şüpheli buluyordu. Doğallığından kaynaklanan melankolik karakterlerinden dolayı, yabancı olan her türlü yeniliğe olumsuz bakıyor, acı ve şüpheci bir inatçılıkla, eski ve aynı zamanda sefil olan varoluşlarına yapışıyorlardı. Ben onların arasında nefret edilen yeni düzenin temsilcisiydim. Gerçi onun bir aracı olarak değil ama kendilerinin mutsuzluğuna sebebiyet verdiklerini düşündükleri insanların elindeki bir alet olarak. Diğer tarafta tatmin edilmesi imkânsız, çeşitli ve birbirleriyle çelişkili fikirleri, dilekleri ve önyargıları söz konusuydu. Bu politik hoşnutsuzluk bir o kadar da güçlü dini hoşnutsuzluk ile birleşerek artmış durumdaydı. Beni, çocuklara yaptığı iyilik ile ruhlarını tehlikeye düşüren bir kâfir olarak görüyorlardı. Bu insanlar daha önce bir reformcu Protestan’ı, kendi aralarında ikamet eden biri veya çocuklarını teslim ettikleri bir öğretmen olarak kabullenmek şöyle dursun, o zamana kadar herhangi bir memuriyette dahi görmemiş ve tanımamışlardı. İçinde bulunulan zaman, Stans var olduğundan beri gün yüzüne çıkmamış politik çalkantıların, zaman zaman iftiraya varan çekişmelerin ve dini güvensizliğin ilişkilendirilmesine olanak tanıyordu.» (PSW 13, 5 ve 8-9)

Pestalozzi’nin, kamusal alandaki eğitimin gelişimini ciddi olarak etkilediği, kamusal alanda ve evde eğitimin ilişkisi üzerine yazdığı paragraf:

«Kanaatim ve amacım birdi. Evde alınan eğitimin ayrıcalıkları olduğunu, kamusal alandaki eğitimin bunun tekrarı olması gerektiği ve son alınan eğitimin ancak ilk alınanın tekrar edilerek pekiştirilmesi ile insanoğlu için anlamlı hale geldiğini yaptığım deney ile ispatlamak istiyordum. Benim gözümde, insan yetiştirmenin gereklerinden olmasına rağmen ruhu da kapsamayan, tüm hayatı kapsayıcı nitelikte olmayan ev içi ilişkiler üzerine kurulmamış bir okul eğitimi, türümüzü, yapay bir şekilde küçültme metodundan başka bir şey değildir. İyi bir insanı yetiştirmek, oturma odasında çocuğunun günlük ve saatlik ruh durumunun değişimini; gözlerinden, dudaklarından ve anlından okuyan bir annenin gözlemini gerektirir. Bu eğitim genellikle, eğitmenin tabii gücünü ve evin içini kapsayan ilişki düzeninin baba tarafından canlı tutulmasından almasını gerektirir. Temeli bunun üstüne kurdum. Kalbim çocuklarıma bağlı olmalıydı, onların mutluluğu benim mutluluğum, onların sevinci benim sevincim olmalı ve çocuklarım bunu sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine değin, her an anlımda görmeli ve dudaklarımdan okumalıydılar.» (PSW 13, 7-8)

Ahlaki eğitimin üç basamağı: «Tüm yönlerden kapsayıcı bakım», güven inşası, ahlaklı davranmak (Altdorf’daki çocukların örneği) ve en son olarak dışa yansıma ve ahlaki davranışlar üzerine konuşma.

«Bu arada ne kadar ezici ve hırpalayıcı bir acizlik içerisinde olsam da bir yandan da bu benim amacımın içeriğine uygundu. Bu, beni çocuklarımın her şeyi olmaya zorluyordu. Sabahtan akşama kadar onların arasında çoğunlukla yalnız başımaydım. Onlara fiziksel ve ruhsal olarak iyi gelen her şey benim elimle gerçekleşiyordu. Her yardım, her zorlukta uzanan el, öğrendikleri herşey doğrudan doğruya benden ulaşıyordu. Elim ellerinde duruyor, gözüm gözlerinde dinleniyordu. Gözyaşlarım onlarınkiyle akıyor ve gülüşüm onlarınkine eşlik ediyordu. Onlar dünyada değillerdi, Stans’da değillerdi onlar bende ve ben de onlardaydım. Çorbaları çorbamdı, içecekleri içeceğimdi. Benim hiç bir şeyim yoktu, ev işim yoktu, arkadaşım yoktu, görevlilerim yoktu, sadece onlar vardı. Sağlıklı olduklarında, onların arasındaydım, hasta olduklarında onların yanındaydım. Onların arasında uyuyordum. Akşamları en geç yatağa giren ve sabah en erken kalkan bendim. İstekleri üzerine onlar uyuyana kadar, onlarla dua ediyor ve derse devam ediyordum. Her an karşılıklı hastalık bulaşma tehlikesiyle mücadele ediyor, giysilerinde ve kişiliklerinde bulunan kirleri yenmek neredeyse imkânsız olmasına rağmen, gidermeye çalışıyordum. Bundan dolayı doğal olarak çocuklar bana içtenlikle bağlanıyor, anne-baba ve arkadaşlarından duydukları ve bana karşı sarf edilen, aptalca ve küçük düşürmeye yönelik sözlere karşı çıkıyorlardı. Bana haksızlık yapıldığını hissediyorlardı ve bunu şu şekilde ifade etmek istiyorum ki, bundan dolayı bana karşı olan sevgileri ikiye katlanıyordu. Civcivlerin yuvalarını sevmeleri, yırtıcı kuşların onları her gün ölümle tehdit ederek, yuvalarının üzerinde uçtuğunda neye yarar ki? Altdorf yakıldığında, onları çevreme toplayıp şöyle dedim: ‘Belki şu an yüz çocuk evsiz kalmıştır, aşsız, kıyafetsiz. Bizim yönetimimize rica edip, 20’sini yurdumuza alınmasını sağlamak istemez misiniz?’ Etkilendiğinizi görüyor gibiyim. ‘Evet, aman tanrım. Tabi ki evet!’ deyişiniz daha hala gözümün önünde. ‘Ama çocuklar’ dedim sonra. ‘İstemiş olduğunuz şeyi düşünün. Bizim yurdumuzun yeteri kadar parası yok. Bu çocuklardan dolayı ayrıca para alıp alamayacağımız kesin değil. Bu çocuklardan dolayı, öğreniminiz için daha fazla çalışıp, daha az yemeniz, boğazınızdan kısmanız gerekebilir. Belki elbiselerinizi dahi onlarla paylaşmanız gerekebilir. Onların içinde bulunduğu acil durum dolaysıyla, severek ve içtenlikle de bunları yapmak isteseniz bile bu çocukları istediğinizi söylemeyin.’ Bunu tüm açıklığıyla söyledim. Mümkün olduğunca açık olarak ifade ettim ve onlara söylediklerimi gerçekten anlamış olduklarından emin olmak için onlara tekrarlattım. Bu taleplerinin nelere yol açabileceğini iyice anlamış olduklarından emin olmak istedim. Ama onlar kararlı bir şekilde ‘Evet, evet daha kötü yemekler de yesek, daha fazla çalışmak zorunda da kalsak ve giysilerimizi de paylaşmak zorunda kalsak, onların gelmesi bizi mutlu eder’ dediler.

Temel ahlak eğitimin ölçüsü şu üç bakış açısı üzerine kurulmuştur:

  • Temiz duygulara bağlı olarak ahlaki bir düşünce yapısı.
  • Çocuğun kendi varlığı ve bulunduğu çevresinin, haklar üzerine tefekkür ve karşılaştırmayla varılan ahlaki bakış açısının etkileri.
  • Ve sonunda adil ve ahlaki koşulları düşünerek ve karşılaştırarak ahlaki bir bakış açısından etkilemesini sağlamak.» (PSW 13, 9-10, 16 ve 19)

«Başka bir yerde şöyle yazar: İnsan iyi olanı öyle çok ister ki çocuk severek buna kulak verir, ama senin için istemez, ey öğretmen, senin için değil ey eğitmen, kendisi için ister bunu. Senin yöneltmen gereken iyilik, senin keyfine ve senin tutkunun bir fikri değil, konunun özünde iyilik söz konusu olmalı ve çocuğun gözüne iyi olarak görünmelidir. Çocuk, kendi durumu ve ihtiyaçlarına yönelik senin istediklerinin gerekliliğini hissetmeli ki kendisi de bunu istesin. Severek yaptığı her şeyi ister. Onu, onurlandıran her şeyi ister. İçinde büyük beklentiler oluşturan şeyleri ister. İçinde bir kuvvet oluşturan, ‘ben bunu yapabilirim’ diyebildiklerini ister. Fakat bu istek, kelimelerle değil, çocuğun tüm ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ve bu ihtiyaçlarının karşılanması esnasında meydana gelen his ve güçlerin dürtüleriyle oluşur. Kelimeler, meselenin özünü değil, sadece onun kesin idrak ve bilincini verirler.» (PSW 13, 8)

Pestalozzi’nin ders hakkındaki açıklamaları: Eğitim ile endüstri işinin bağlantısı, çocukların kendi aralarında yardımlaşma sistemi ve annelerin bu görevi devr alabilmeleri için, ilk derslerin dökümanlaştırılması.

«Esasında ben, öğrenmeleri gereken kelimelerle dikkat ediyordum ve tarif ettikleri, adlandırdıkları kavramlar benim açımdan önemsizdi. Çalışarak öğrenmeyi, eğitim ve endüstri kuruluşunu birbirine bağlayarak ikisini bir potada eritmeyi hedefliyordum. Bu deneyi tek başıma gerçekleştirebilir durumda değildim. Bunun için ne personelim vardı ne de çalışmalar için gerekli makinalar kurulmuştu. Tasfiyeden kısa süre önce bazı çocuklar ip eğirme işine başlamışlardı. Böyle bir kaynaşmanın söz konusu olabilmesi için öncelikle öğrenmenin ve çalışmanın temel eğitimi kendi sade özellikleri ile ve bağımsız olarak ortaya konulması ve bu dalların her birinin kendisine özgü doğası ve gerekliliklerinin anlaşılması gerekiyordu. [...] Çocukların benzersizliklerinin çokluğu yolumu kolaylaştırıyordu. Yaşça daha büyük ve daha yetkin olan kardeşin, annenin gözetimi altında, küçük kardeşlerine yapabildiği her şeyi kolayca gösterdiği ve annesini temsil ederek gösterdiği şeylerde kendisini, büyük ve mutlu hissettiği gibi, benim çocuklarımda kendilerinin yapabildiklerini, diğerlerine öğrettiklerinde mutlu oluyorlardı. Onur duyguları canlanıyor ve diğerlerine tekrar ettirirken, kendileri de ikinci kez öğrenmiş oluyorlardı. Böylece çocuklarım arasında kısa sürede yardımcılarım ve çalışanlarım oldu. Onlara ilk günlerde bir kaç tane zor kelimeyi hecelemeye çalıştırdım ve birisi kelimeyi öğrendiğinde, henüz yapamayanları, onlara da öğretmek için yanlarına alıp çalıştırıyordu. Böylece ilk baştan itibaren kendime yardımcılar yetiştirdim. Kısa sürede çocuklarım arasında, becerileri daha zayıf olan çocuklara öğretmeye çalışan, kurum için, kadrolu öğretmenlere kıyasla çok daha faydalı ve çok yönlü görevler üstlenen çalışanlarım oldu. [...] Benim bundaki amacım, eğitim araçlarını kolaylaştırıp en sıradan, eğitimsiz insanların bile, çok kolay bir şekilde çocuklarına ders verebilmelerini sağlamak ve böylece okulları, ilk temel bilgiler konusunda, peyderpey lüzumsuz hale getirmekti. Anne, çocuğun fiziksel besleyicisi olduğu gibi, tanrı aşkına aynı zamanda akli besleyicisi de olmalı. Ve ben, çocukların çok erken okula gitmelerini ve yuvaları dışında, çocukları yapmacık kılan her şeyi iğrenç buluyorum. Eğitim araçlarını her anne, kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan, kendisi öğrenebileceği ve öğrendikçe kendini geliştireceği şekilde kolaylaştıracağımız o zaman yaklaşıyor. Böylece, tecrübem kanaatlerimi doğruluyor. Ben kendi çevremde büyüyen çocukların, benim yolumdan geldiklerini görüyordum. Ve aynı zamanda hiç olmadığı kadar eminim ki: eğitim kurumları, güç ve psikolojik açıdan iş kurumlarıyla birleştirildiğinde, yeni bir cins yetişecek ve bir tarafta tecrübe ederek, öğrenerek, şimdiye kadarki eğitim için ihtiyaç duyulan güç ve kapsadığı zamanın onda biri kadarına dahi ihtiyaç duyulmayacak. Diğer tarafta ise zamanın, güçlerin ve yardımcı araçların eğitimi, evdeki ihtiyaçlara uyumlu hale getirilip gerekli eğitimin ilk başta zor ebeveynlerin kendilerine veya ev sakinlerinden bir başkasına verilerek, eğitim yöntemlerinin kolaylaştırılması ve böylece sayıları artan, eğitimini tamamlamış insanlarla bu eğitim giderek kolaylaşacaktır.» (PSW 13, 26, 29 ve 30)